Toplumsal olarak nasıl oluyor da bireysel eylem ve davranış kendisini tekrar tekrar üretmektedir? Her halde bu soruya verilecek yanıtlar aynı zamanda toplumsallığın açık doğasını ve toplumsallığın birey dolayımlı varlığını da yanıtlamış olacaktır. Leledakis’e göre (2000:232) “toplum, bireysel bilincin (psişenin) gelişimi için bir ön koşuludur. Ancak bireysel bilinç hiçbir zaman toplumsala indirgenemez”. Peki birey, dolayımlı olarak toplumsalın yeniden üretimini nasıl gerçekleştirmektedir? Leledakis (2000: 234) bu soruya da şöyle yanıt verir: “Bireysel düşünceler, kavramlar, fikirler, ancak toplumsal düşünce, dil ve bilgi akımına geri dönüp beslendiklerinde anlam kazanır. Bireysel eyleme gelince, o hemen her zaman toplumsal bir çevre içinde yürütülür. Öyleyse, hem bilincin ürünleri hem de bireyin eylemi/davranışı, ortaya çıkışların zorunlu bir ön koşulu olan toplumsal çevreyi destekler ve yeniden üretir”.
Diğer taraftan bireyle toplum arasında diyalektik ilişki olduğu da söylenebilir. Bu yüzden biri olmadan diğeri olamaz. Ayrıca birbirine karşı çalışır. O halde ne tür mekanizmayla? Ya da bir toplum içerisinde özgür mü olmalıyız eşit mi, yoksa her ikisi de mümkün mü? Aslında “toplumsalın ne ‘olduğuna’ ilişkin açıklamalarda, ağırlıklı bir biçimde bireyle (uzun süreden beri Batı düşüncesinde merkezi ve temel bir kavram olarak bir özerk ve bireysel kendilik olarak kişi kavramıyla) ilişkili olarak iki farklı hat izlendi: Bir yandan, bireyciliğin farklı türevleri toplumsalı bireyler tarafından üretilmiş bir şey olarak gördü, öre yandan ‘holistik’ yaklaşımlar toplumsalın kendine özgü ve indirgenemez kendilik olduğunu iddia ettiler”. Mills’e göre toplumun bireyden ayrı olarak, eğer varsa, sadece dolaylı bir çıkarının olduğu bir eylem alanı vardır; söz konusu bölümü, yalnızca bireyin yaşamını ve davranışını etkiliyor olarak veya başkalarını da etkiliyorsa yalnızca, onların özgür, gönüllü ve aldatılmamış rıza ve katılımlarıyla birlikte vardır.
Görüldüğü gibi bu konuda iki eğilim söz konusudur: “Toplumsal bütüne değer veren ve insan bireyini ihmal eden ya da bağımlı kılan holizm ile bağımsız ve özerk ve esas itibariyle toplumsal olmayan (daha doğrusu şöyle söylemek gerekirse; indirgenemeyeceği toplumsal rollerine –ki, indirgenememesi ‘rol’ kavrayışına imkan veriyor- göre mesafe almış ve kendi çıkarları ve kanaatleri temelinde ve kendisi !dışındaki! zorlamalar altında, bu roller arasında bilinçli bir seçim yaptığını düşünen bir özne-birey ) ahlaki varlık olarak bireye değer veren, böylece toplumsal gerçekliği ihmal eden ya da bağımlı kılan bireycilik”. Gerçekte insanlar, kendilerinin öznesi oldukları sürece bireyleşirler, o oranda da özgürleşirler. Fakat birey toplumsal yapının nesnesidir de. Hatta bazen “bir insanın nasıl olacağı veya kendini nasıl hissedeceğini adeta içinde yaşadığı toplum belirlemektedir”.
Aslında birey-toplum dikotemileri modernleşme süreci ile hız kazandı ve yirminci yüzyılın temel tartışma konusu oldu. Genel olarak “modernleşme kuramlarına göre, sanayileşme ve teknoloji ilerleme insanı daha özgür kılmaktadır. Bunun sonucu olarak ‘bireysel özgürlük’ kuramı üzerinde inşa edilmiş olan, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlükleriyle tanımlanan çoğulculuğun egemenliğinde bir siyasal-kültürel sistem olarak liberal demokrasinin olumlanması” gerçekleşmektedir. Genel olarak “modernleşme kuramlarının arkasında bütün bir aydınlanma geleneği, onun geliştirdiği felsefe, antropoloji ve sosyoloji yatıyor. Yani modernleşme olacak denirken, bir yandan da fertlerin gerek toplum içinde gerek ise de ilişkileri çerçevesinde davranış biçimlerinin dönüşeceği, akılcılaşacağı öngörülüyordu.
Modern sosyolojinin kurucularından Durkhiem’e göre ilk ve temel gerçek toplumsal olgudur; bireycilik ancak bu olgu ile açıklanabilir. Yani öncelikli ve belirleyici olan birey değil toplumdur. Kaldı ki bireyin ortaya çıkışı gecikmiş bir olaydır. O da şöyle: Durkhiem “toplumsal iş bölümü adli çalışmasında bireyselliğin ortay çıkmasında iş bölümünün etkili olduğunu belirtir”. Durkheim’e göre iş bölümüyle birlikte bireyciliğin artması birbirine bağlı iki konudur. Ona göre iki bilinç düzeyinden biri grubumuzun tümü ile paylaştığımız bilinçtir ki neticede toplum bizim içimizde yaşar ve eylemde bulunur. Bu bize ait değildir. Diğeri ise bizi başkalarından farklı kılan bireysel bilincimizdir. Hatırlanacağı gibi benzerlikten doğan mekanik dayanışma, ortak bilinç bireysel bilinçle bütün noktalarda çakıştığından en yüksek noktaya çıkar fakat bu noktada artık bireysel bilinç yok olur. Oysa ortak bilinç ilerlemiş toplumların sadece çok sınırlanmış bir parçasıdır ve ortalama yoğunluk ve belirlenmişlik derecesi azalmıştır; öyle ki iş bölümü geliştikçe ortak bilinç daha zayıf ve bulanık bir hale gelir. Bireyler uzak bölgelerle ilişki kurarlar, bireyin hayatının merkezi ve sahip olduğu şeyler artık yaşadığı yerle sınırlı olmaktan çıkar. Ortak dayanışma altında iken sahip olduğumuz ortak bilinç artan bir şekilde dinsel olmaktan çıkar laik, insana yönelik, akılcı, topluma ve ortak menfaatlere yüce bir değer atfetmekten sıyrılmış bir hale gelir. Bunun yerine ortak bilincin güçlü ve daha belirgin bir hale geldiği bir alana bireye saygıya geçer. Artık bu değer dönüşümü bizi doğrudan ilgilendirmeyen amaçlara bağlamaz. Yalnızca karşılıklı nazik olmamızı gerektirir ve herkes çabalarının karşılığı bir ücret, bir değer elde eder.
Weber ise tam tersine bireyler arası ilişkiden yola çıkarak bütün bir toplumu yeniden kurmayı denemiştir. Kuşkusuz Weber de bireysel eylemin dışında gelişen toplumsal yapıların varlığını kabul ediyordu; fakat Durkheim’den farklı olarak bireylerin toplumsal etkinliklerinin bir sonucu olarak görüyordu. Weber’e göre işte bu bir toplumsal etkinlikti. Toplumsal etkinlik dediği de “başkasının davranışlarıyla ilişkili olan ve yönünü bu davranışa göre çizen eylemi” içermektedir.
Kısaca Weber’in modeline göre birey toplumu belirlerken Durkheim’in modeline göre ise toplum bireyi belirler. Bugün de benzer tarzda eğilimler söz konusudur. Örneğin “bir dizi gelişme iktisatçısı, azgelişmişliğin nedenini azgelişmiş denen toplumları oluşturan bireylerde ‘girişimci yeteneğin’ olmamasında ya da ‘tasarruf eğiliminin’ az olmasına bağlayarak açıklarlar. Diğer taftan toplumsal yönelimli açıklamayı temel alan bir diğer grup ise azgelişmişliği toplumların bütünsel özellikleri dolayında açıklamaya yönelirler; örnek olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin az gelişmiş ülkelerle kurdukları ilişki ya da toplumda varolan bir dizi mekanizmayla azgelişmişliğin nedenini açılarlar” .
Gerçekte “sosyal yapı iki yönlü doğal nitelikli etkilerin arasın da meydana gelmektedir. Bunlardan birincisi ve esas nitelikli olan birey ve onun organizması diğeri ise doğal çevredir. Doğal çevrede yer alan sosyal hayat alanı üstünde yükselen sosyal yapı, bireylerini sımsıkı bir arada tutmakla onların varlıklarının devamını sağlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder